Yanan Soba...Kaynayan Su...Eski Zaman …Eski'ye Özlem...Zile

...Mazisinde küçücük bir parça unutanlar için benden küçük bir hediye…
…Geçmişin güzelliğini defalarca hatırlayabilelim diye…
……………………………………………...............................................

Uyuya kalmışım, sobanın üstünde kaynayan, suyun sesine
Dayanamam bir türlü, ondan gelen sıcaklığın, samimi etkisine…
Her seferin de…
Hep, böyle oluyor nedense…
Küçüklüğüm aklıma geldi bak, durup dururken işte…

Hem de bu vakitte…

Eski taşlı sokaklar,
Çocukluğumun geçtiği mahalle…
Karşılaştırmak gerekirse,
Ne de güzelmiş samimiyet o günlerde…

Belki de…
Buna neden, insanlar gibi sırt sırta ve
Omuz omuza vererek yüzyıllardır zamana meydan okumuş olan
o ahşap evlerin güzelliğinde…

Hatırlıyorum…

Komşularımız Tevfik emmi ile Nuriye yenge,
Karşıda Hasan amca ve eşi Atiye…
Onun yanında oğlu Yusuf ağabeyle Musa’ların Şerif teyze
Ve…
Sokağımızın büyükleri şen dullar Fikriye anne, Molla’nın Fadime yenge…


Haa, bir de çıkmaz sokak girişin de…
Maraşların Hatce ve kızı Azime…
Yook, unutmadım sizi de…
Sevgili,
ilk arkadaşım Hacer ve anneannesi Rasime yenge…

Ve bunlar gibi sayamadığım nice insan,
çıkmaz sokaktaki bu ahşap evlerde…

Hatırlayamadıklarımdan özür dilemek gerekirse,
hem çok küçüktüm hem de olmuş, tam yirmi beş sene…

Mahallemizin büyüğü, Fikriye anne…

Mübarek kadındı, taze güllerden reçel yapar,
Boğazından geçmez getirirdi; “-küçüklerim yesin, şifa niyetine” diye…
Onunla ilgili unutamadığım başka bir şeyde…
Bağından gelirken topladığı, mis kokulu ideler olurdu hep eteğinde…
Yüzünü unuttum ama hatırladığım, her işi yapabilirdi, o güçlü elleriyle…

Oturduğumuz ev çıkmaz sokaktaydı, adı: Sandıkçı…
Bu sokakta,hüzün hep birlikte…
Sevinç hep birlikte…
Hani diyor ya “ komşusu açken, kendisi tok yatan bizden değildir” diye,
Hadis-i Şerif’te…
İşte buna uyanlar yaşardı, Sandıkçı sokaktaki o ahşap evlerde…
Paylaşılırdı… Hüzünde, sevinçte…
Belki evler ayrı ama iki kanatlı bir kapı olsaydı eğer, sokağın girişinde…
İnanın, burada yaşayanlar, o zaman olurdu,
Tek çatı altında yaşayan, tam bir aile…

Sürekli iki olay olurdu mahallemizde…

Çoluk çocuk oynarken çıkmaz sokağın içinde…
Haber gelirdi,
“- Kaçın! Nuriye yengenin sarı ineği geliyor” diye…
Sokağa bomba düşmüş gibi,
Kimin olursa olsun açık bir kapı bulup dalardık hemen içeriye…
Bu korkuyu hemen hemen her gün yaşardık bizim sarı ineğin dönüş vaktinde…
Bilemiyorduk sevdiğinden mi? yoksa sevmediğinden mi?
Sokağa her dönüşünde, koşarak gelirdi üstümüze…
Biz, alırdık işimizi yinede garantiye,
Karşısında duramaz, korkar bir şey de yapamazdık onun heybetli görünüşüne…

Karşı komşumuz Atiye yenge…
Şampiyon olan horozumuza yıllar öncesinde…
Kötü davranmış herhalde, kızıyla birlikte…
Bizim şampiyon ne zaman onları karşısında görse…
Müsabakaya çıkmış gibi, ecel terleri döktürürdü her ikisine de…
Olaya müdahale etmek ise,
Kalırdı benim cesaretimle o minik ellerime…
Düşünün hayvan bile…
İyi veya kötü davrananı ayırt edebilirdi, kendisine...

Tevfik emmi’den de bahsetmezsek
O zaman yazık olur beraber geçen onca güne…
Onun özelliği de kendine has bir espri yeteneği olmasıydı herhalde…
Alırdı yanına emektar merkebini de…
Binmeden üzerine, düşerdi yollara dağ bayır, dere tepe…
Gezerdi doğanın bu şehre bahşettiği güzellikler içinde…
Beş altı adamlık bağında, olmayan stresini atar,
Dönerdi neşe içinde evine…
Allah rahmet eylesin toprağı çok severdi,
Ona da kavuştu yaratanın izniyle, hem de ebediyen toprağın kalbine…
Son yolculuğunda ise,
Diğer emektarı olan sırtından hiç düşürmediği
Kareli ceketi vardı tabutunun üstünde…

Hem bağ hem de mahallede komşusuyduk Tevfik emmilerle…
Dilerse Allah’ım belki de…
Komşu eder yine bizi, cennetinde de…

Sokağımızda ikindi sonrası, akşam saatlerinde…
Oturağını alan iki kanatlı, şakşaklı kapısının otururdu hemen önüne…

Beyler eve gelmeden önce…
Herkes eline bir iş alır, bitaraftan sohbet eder,
Bitaraftan da uğraşırdı işini çabuk bitirmeye…
Sohbet sırasında yardım isteyenlerde,
İhtiyacını söyler, müsait olan herkeste, gelirdi menfaat gözetmeksizce…
Bizim buralarda yapılan bu yardımlaşmanın adına kısaca denilirdi: imece…
Bazen işkefe yapılır,
Bazen salça, bazen de Beyaz Zile Pekmezi yapmak için,
Üzüm kaynatılırdı, hep birlik beraberlik içinde…

Oyun oynardı çocuklarda umarsızca annelerinin gözü önünde…

Sabah gün ağarmadan düşülürdü yola, bağ bozumu zamanı,
Merkep ya da atların çektiği arabalar eşliğinde…
Dönüş saati ise,
Hep olurdu akşam ezanı vakti girdiğinde…
Toplanan üzümler konulurdu büyük küçük sepet ve hevlere…
Mahalle girişine gelindiğinde ise,
Salkım salkım üzümler verilirdi çoluk çocuk herkese,
“Göz hakkı” var ya ondan işte…

Bu zamanlarda bir farklı olurdu hem Zile…
Hem insanlarının neşesi de…

Televizyonun bulunmadığı zamanlar da her evde…
Akşam haber saati yaklaştığında, şen dullar gelirdi bize,
Memleketten haberdar olmak için, her gün ama her gün “ajans” dinlemeye…
İkram edilirdi gelen misafirlere de…
Ajans dinleyip, sohbet ederken,
çay, kırık Zile leblebisi,tarhana ve köme…

Yine böyle “ajans” dinlenen bir günde…
Konuşmuştu, omuzları ve göğsü süs dolu bir amca, uzun siyah-beyaz sözlerle…
Etrafındakiler de dinliyorlardı, ciddiyet ve pür dikkatle…
Evdeki büyüklerde,
Eşlik etmişlerdi o amcalara aynı ciddiyetle…
Darbe mi? Ne? Bir şey olmuş..

Neyse…

Bizse, memlekette olan bitenden habersiz,
Oyun oynardık “-elim elin üstünde” diye…
Hem de kaybetmeden, neşemizden zerresini bile…

Özellikle…
O uzun kış gecelerinde…
Sobalı ahşap evlerde,
Onun kadar sıcak, samimi sohbetler içinde...

Ramazan ayı girdiğinde de…
İşten eve dönerken olurdu babalarımızın elinde,
Yağlı ekmekle yumurtalı pide…
Mis kokardı sokağın içi de...
İftar vaktinde taze taze kokan o ekmeklerle…

Bende görünce, babamı sokağın girişinde…
İşten dönen babasını gören, çocuğun yaşadığı sevinçle…
Koşarak giderdim “babamın elini tutabileyim”diye…
Hooş! …tutamazdım ya…
Uzatırdı oda çıt veya işaret parmağını “-tut oğlum”diye,
Kavrardım bende uzatılan parmağı o minik ellerimle…

Sonra yönelirdik iki katlı olan ahşap evimize,
O normal yürürdü de,ya ben …
Yürürdüm sevinçten “teke” gibi seke seke …
Öyle gelirdik ahşap olan iki katlı evimizin önüne…

Vakit yaklaştığında sokaktaki herkes toplanırdı, Zile Kale’sini gören bir yerde…
“-top ha atıldı, ha atılacak” diye heyecan içinde…
Atılınca top, ezanlarda yükselirdi göklere…
Geçilirdi, o gün Allah ne verdiyse hep beraber iftar yemeğine…
Teravih sonrasında ise…
Mahallenin büyük çocukları oynardı, geç vakte kadar bazen “yakalamaç” bazen
“çelik-çomak” bazen de olurdu oyunları; sobe ve körebe…

Aaah! Ağabeyim Ankara’dan sabaha karşı gelirdi hep nedense,
Koşarak kucağına atlar, sımsıkı sarılırdım, sanki hiç gitmesin diye…
Sabah doğan güneşin güzelliğini, o zamanlar keşfetmiştim bende, onun sayesinde…
Hep beraber yanan sobanın etrafına geçer,
Onsuz geçen zamanın acısını çıkartırcasına hasret giderirdik saatlerce,
…sanki aynı düşünceyle…

Çok az görürdüm ağabeyimi,
Senede, belki bir iki kere…
O yüzden de hep sorardım gelir gelmez “-ağabey kaç günlüğüne geldin” diye…
Bir iki defa gelirdi ya! Senede…
İsterdim ki bende…
“-Benim ağabeyim var” diye sesleneyim herkese…

Ağabeyimle yaşadıklarım hep, iz bırakmış belleğimin derinliklerinde…

Bir gün, bende, etkilenip özenmişim Ramazan ayında ki olan bitene…
Niyetlenmişim büyükler gibi oruç tutmaya, düşünün,
hem beşimde…
Hem de o kavurucu yaz sıcağının olduğu, mübarek günlerde…
Ağabeyimse, kendi orucunu hiçe saymış dolaştırıyordu sırtında sokak sokak
“-kardeşim, ilk orucunu tutabilsin” diye…
Şimdi anlıyorum, amaç vesile olabilmekmiş böylesine anlamlı bir işte..

Unutmadım ağabey… okula kayıt için fotoğraf çektirmeden önce,
İnce dişli tarakla saçımı taradığın günleri de…

Tabi… Ağabey olmak kolay değildi,
Yalnız benim ağabeyimin ki “zoraki değil içtendi”…

Yıllar sonra ağabeyim Tokat’a yatılı okula gittiğinde…
Babam beni de alıp götürmüştü ziyaretine…
Yolda giderken de gıcır mı gıcır yeşil, on lira vermişti,”-simit veya oyuncak al” diye…
Harcayamamış vermiştim ağabeyime bende…
ya bana yaptıklarının bedelini ödeyim diye,
ya da tamamen masum bir düşünceyle…
Ağabeyim mi?
oda harcayamamış…
Hala saklıyor, o gıcır on lirayı, cüzdanının bir köşesinde…

Sobada yanan ateşin, tavana düşen şelvesiyle,
Bıktırmadan anlatırdı ablam, hayalleri hiç bitmeyecekmişçesine…
Ninni gibi gelirdi bana da onun, o güzel hayallerini dinlemek, uzun kış gecelerinde…

Bir gün, göl kenarın da bir evde yaşardık, bir gün de uzak diyarlara gider zengin olup, anne babamıza çok iyi bakardık.
Böyle güzel hayallerle,
Dalardık uykumuza huzur içinde, hem de, tepeden inme…
Bazen bir aradayken anlaşamazken, onun da yokluğuna dayanamazdım nedense…
Her zaman o hayalleri tükenmeyen kız olarak kalacak hafızamın bir köşesinde…

Okuldan dönüş vaktinde…
Beklerdim onu sokağın daracık girişinde…
Özenirdim ya okul’a gidenlere,
Koşarak sarılır, gücümün yettiğince, almak isterdim çantasını elime…
Kıyamazdı ya bana”-taşıyamazsın, daha çok küçüksün” derdi ve…
Çantası yerine, güçleneyim diye “üstü susamlı, ortası delik bisküviler” tutuştururdu hep elime…

Ablam… seni çok seviyorum, biliyorsun bunu sende…

“Söz tutmayı” annem,
“Verdiğim sözü yerine getirmem gerektiğini” de öğrenmiştim, babam sayesinde…
Her ikisi de söylerdi “Tutamayacaksan eğer, söz verme herkese”…

O yüzden evimizin önünden gitmem gerekirse bizim çeneye…
Koşarak gelir söylerdim anneme…
“-Anne ben çene’deyim” diye…
Çene mi? Bizim sokak girişine taktığımız bir addı sadece…
Oda topu topu büyük adam adımıyla on beş yirmi adımlık bir mesafe…

Böyle…
İzin alıp gittiğim günlerden birin de…
Küfür öğrenip de gelmişim bizim eve…
Annem mübarek kadın duyunca, uyarmıştı bir iki kere…
“-Bak! yavrum, küfür dinimizde yasak sakın bir daha söyleme, böyle kötü şeyler”diye…
Bense…
Bilmiyorum ya anlamını söyleyip duruyordum, ağzıma geldiği gibi her şekilde…
Uyarılara uymadığım için de,
Acı mı acı bir tecrübeyle öğrenmiştim küfür etmemem gerektiğini de…

Annem...
Sıkıştırıp iki bacağının arasına kırmızı toz biberi
“-sen misin? Büyük sözü dinlemeyen,
Tövbe de,bi daha küfür etmeyeceğim de ”diye sürmüştü,
Küfür eden dilime…

Bilmeden, söylemiştim ya o günlerde,
Allah’ım, affetmiş midir? beni anne…

Şimdi aklım tam yerindeyken söylüyorum,
“-Tövbeler olsun, bi daha mı? Tövbe, Tövbe, Vallah-i Tövbe…

Tarih kadar eski olan bu şehirde…
Bir başka olurdu yapılan düğünlerde…
Orkestra karakaş erkek düğünlerinde…
Kına gecelerinin değişmezleri de…
Diğer aile fertleriyle,cümbüşü elinde Cingit Cemile…
Müziklerse…
“Sulu sokak taşları ile Zile’liyiz dediler…”diye…
Biz de karşılıklı geçer bi güzel oynardık topal Mehmet’le…

Kimi zaman kan kardeş olduğum Kadir’le…
Kimi zaman da,arasıra babaannesini ziyarete gelen Ali Ersan ile,
oyun oynardık çıkmaz sokak girişinde…
ya da Fikriye annenin bahçesinde, Leylekleri yakalama peşinde…
Genellikle Niksar’dan Ali Ersan geldiğinde,
Oyuncak borazan ve trampetimizi alır “-dam bada dam” diye söyleye söyleye …
Bir aşağı bir yukarı bandoculuk oynardık çıkmaz sokak içinde…
Çoğu zaman da olurdu trampetimiz boş bir teneke…
Rahatsız olan var mı? diye düşünmeden oynardık çocuk olmanın dokunulmazlığı sayesinde...

Ara sıra toplanırdık mahalledeki diğer bebelerle…
Yaramazlık peşinde koşar,
boş bir arazinin ortasındaki dut ağacının çıkardık korkusuzca, en tepelerine…

Bazen yaşlı bir amca,
bazen de
yaşlı bir teyze…
uzaktan söylenirdi bize
“-Gidin oradan yaramazlar sizi, burası boducoğun kavağın dibi mi? ”diye…
Geçenlerde gördüm duruyor, o dut ağacıda bütün heybetiyle…

İki veya üç tane bakkal dükkânı vardı, mahallemizde…
Hani altı dükkân üstü ev olanlar vardı ya daracık sokaklarda, onlardan işte…
En rağbet görenlerse…
Bakkal Ladigar ile Yetim Bakkaliye…

Bunlar şimdiki marketlerden daha farklı alanlarda da
hizmet verirlerdi müşterilerine…
Küçüktüm ya pek anlayamazdım ne iş yaptığını
Bazen bir dişçi,
bazen de berber olurdu bizim Yetim Bakkaliye…

Bu işleri yaparken değişmez tek aleti de..
Taşlı sokağın tam ortasına yerleştirdiği tahta iskemle…

Ne zaman yolum düşse bizim eski mahalleye…
Sanki cumbalı evin penceresinden sarkmış yaşlı bir teyze…
Soruyor bana “-küçük, gider misin bakkal yetime”…
Kalmamış da ekmeği akşam yemeğine,
onun için gönderecekmiş beni Bakkal Yetime…

Diğer taraftan küçük bir kız çocuğu
komşusunun kapısındaki “zerze(zelze) ”yi çalıyor ve sesleniyor,
“-Teyze,annem söyledi müsaitseniz akşam geleceğizde…çay içmeye…

Aaah! Eski zaman, bense Zile’de…
Okula gitmiyordum ama
Yaz tatilini beklerdim sabırsızlıkla, hem de dört gözle…

Nedeni, mahallenin İmamı Avni hoca ve Ramis müezzinde…
Avni hoca rahmetli camiye her girişimde,
“-Caminin gülü geldi” diye karşılar,
Dinimi sevmemi ve şevkle öğrenmemi sağlardı böylece…

Uyumadan önce de,
Annem “yattım Allah kaldır beni…”diye,
başlayan duayı söyletirdi hepimize…

Bense sobadan tavana vuran ateşin şelvesini seyredere seyrede…
uyaya kalırdım, huzur içinde…

İsterdim ki rüyalarımdaki gibi…
Annem hep genç, babam hep güçlü,
Ben ailenin sevilen her zaman en küçüğü…
Ağabeyim ve ablamla sonsuza dek yaşamak, hep birlikte…
Küçük bir çocuğun yaratanından dileyebileceği,
Minicik ve masum bir istekle…
………………………………………………………………………………………………..
Bir sobanın üstünde kaynayan suyun sesine…
Yazabiliyormuş insan, hatıralarını isteyince…

O zamanlar belki de çok şikâyetçi olduğumuz günler…
Düşünüyorum da, ne kadar da güzelmiş meğer…
İnsan, sonradan anlıyor güzel günlerin değerini…
Elimizde olsa da geri döndürebilsek şikâyetçi olduğumuz o günleri…

Yanan soba/kaynayan su/eski zaman…
Ben ve Zile…

Ali Orhan GÜNAYDIN
Şubat-2006