Bir Daüssıla Rüyâsı / A. Şeyhoğlu "MAHALLE"

.
              Dünyadaki hikâyemiz ne zaman başladı bilemiyoruz. Kesin olarak bildiğimiz bir şey var, o da insanlık tarihi boyunca değişmeyen ve değişmeyecek olan iki kavramın aile ve hane olduğudur. Dünyanın her yerinde şekli ve rengi ne kadar değişiklikler gösterse de insan olmayı öğrendiğimiz ve mensûbu bulunduğumuz sulbün devamlılığı için gerekenleri devşirip hayat hikâyemize başladığımız ilkokuldan evvelki mektep aile ve hanedir. Hepsi ayrı bir dünyaya açılan ve hepsi insana işaret eden insan yuvalarının sıra sıra, arkalı önlü dizilerek değerlerin ve hikâyelerin antolojileri hükmünü taşıyan, beşerî münâsebetlerin provalarını yapıp insan içine çıktığımız mekânlar da mahallelerdir.
             Mahalleler de her zaman ve her yerde olmuştur ve olacaktır. Ancak, mahalle sadece insanların ve hanelerin yekûnundan mürekkep zamane mahalleleri gibi kemmiyet yığınları değildir. Eskiden vardı mahalleler… Kocaman bir aile gibi kalabalık ve geniş; rûhun, değerlerin ve insanların oturduğu, herkesin bir adının ya da lâkabının olduğu ve kendine mahsus rütbe sistemi ile çalışan mahallerdi o mahalleler.
             Mahalle insanların biriktirdiği hikâyelerin, rûhun ve şahsiyetin billurlaştığı cemiyet içindeki hücreler gibiydi. Şehir denen vücudun uzuvlarıydı. Birbirine bağlı, hatta sırt sırta ama birbirinden farklı karakterlere sahip canlı birer bünyeydi mahalleler. Camii, çeşme ve bakkal, bir mahallenin olmazsa olmazlarıydı. Adreslerin ve tariflerin de hareket noktaları; bakkalı geçince, camiinin karşısında, çeşmenin az ilerisi gibi ifadelerdi.
             Evler… Sırt sırta ya da insanları gibi yüz yüze bakan, daracık çıkmaz sokakları dolduran, yüzlerce defa tamirattan geçmiş ahşap ya da kerpiçten yapılma, en fazlası iki katlı, bahçesinde mutlaka kavak ağacı bulunan, varsa kuyusu buzdolabı olarak kullanılan; yazın serinlik, kışın ise insanın içine kasvet veren, sakinleri terk ettiğinde hemen harâbeye dönüvererek, geceleri cin ve peri dolaştığına inandığımız yorgun savaşçılar: Evler…
             Mahallelerde zaman, Ahmet Hâşim’in “Müslüman Saati” ne göre geçerdi. Hayat yatsı namazını müteakiben, ikindiden sonra, akşam ezanı okununca diye planlanırdı. Gün, güneş doğunca başlar, güneş batınca biterdi. Babalarımız eve gelince, bize de yol görünürdü fatihi olduğumuz sokaklardan. Sofraya herkes gelmeden, besmelesiz oturulmaz, şükretmeden de kalkılmazdı. Sofralar fakirdi ama bereketliydi. Soğanın cücüğünü küçükler yer ama bütün ayak işlerine de onlar koşardı.
             Sefertasları vardı. Daha tost, hamburger icat olmamıştı. Ellerinde sefertasları ile sabahın alacakaranlığında belirenler, umûmiyetle fabrika işçileriydi. Esnafın sefertasları öğle vaktinde sefere çıkar, çıraklar halkalı pide almaya koşardı.
             Mahalleler insanların, insanlar da mahallelerinin mizâcına bürünürlerdi. Bir insan hakkında ilk hükümler hangi mahalleden olduğuyla başlar, kimlerden olduğuyla devam ederdi. Mahallenin her ferdinin umûmî adı mahalle sâkini idi. Çünkü mahallede herkes sakin olmalıydı. Taşkınlık, terbiyesizlik ve saygısızlık, dışlanmakla cezalandırılırdı. “Mahalleye geldik” sözü haram ayların başlaması gibi yasakların ve kendine çekidüzen vermenin en sert ikazıydı. Mahallenin nâmusu vardı. Mahallenin ismi vardı. Bunlar elbirliği ile korunur ve kollanırdı. Mahalleden olmadığı anlaşılana “Birini mi aradın arkadaş?” diye sorarlardı. Sahurda ışığı yanmayanın uyanamamışlar galiba diye kapısı çalınırdı. Bacası tütmeyenin kapısına gecenin karanlığında odun kömür bırakılırdı. “Neredeyse komşu komşuya mirasçı olacak zannettim.” diyen son resûlün mübârek sözlerinde kendini bulan, insanlığın en güzel eserlerinden biri olan komşuluğun yaşandığı mahalle. “Mahallelim!” demek kardeşim demek kadar derinden ve içtendi. Akrabalık kadar yakın bir ünsiyet inşa eden komşuluğun yegâne hayatgâhı olan mahalleler…
              Kapının eşiği, evin gümrüğü gibiydi. Sevmedikleri için “Eşikten adım attırmam, eşiğine adım atmam.” denirdi. Kadınlar eşiklerde çene çalar, havâdis toplarlardı. Seyyar satıcılardan eşikte alışveriş yapılırdı. Çocuklar kapının eşiğinden “Bir maniniz yoksa bu akşam size geleceğiz.” diye seslenirlerdi. Nedense hiç mani çıkmazdı ve hep “Buyurun gelin!” denirdi.
              Mahallenin bakkalı borç birikti diye ne kadar söylense de kimseyi ekmeksiz bırakmazdı. Pencere önlerinde “Vita” ve “Evet” marka margarin tenekelerine dikilmiş çiçekler kokardı.

“Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün
Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri
Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri
Yarab! Nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!”1
              Çocuktuk… Komşuya, büyüklere karşı haklı da olsak davamızda hep yalnız kalır, “Sen kusura bakma, çocuk işte!” denirdi. Hakkın, saygıdan ve komşuluktan sonra geldiğini, “yüz yüze bakıyoruz” denilen insanlara değer vererek öğrenirdik. Gece yarısı komşuda vukuat varsa apar topar koşulurdu. Polis nedir bilmezdi kimse, mahallenin âkil adamları vardı, her münakaşayı çözerlerdi.
             Herkesin bir lâkabı vardı ve herkesin yedi sülalesi bilinirdi. Her mahallenin kadrolu delisi, ayyaşı, kavgacısı, huysuzu ve buna mukabil âlimi, fazılı ve okumuşu vardı. Mahalleler bu iki grup arasındaki nispete göre iyi mahalle, kötü mahalle sıfatını alırdı.

“Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan, ortalık karardı.” 2
             Caminin önü, sokakların köşe başı ya da mahallenin kahvesi, erkeklerin meclis kurdukları mekânlardı. Çoğu usta diye anılırdı, ciddiyet esastı. Fabrika imalatını beğenmez, mutlaka bir kusur ararlardı. Aldıkları erzakları, “Alan var, alamayan var!” diye mendile sararlardı. Namaza gider kapıya tabure koyarlardı. Çırakları işin ikinci günü -ne hikmetse- dükkânda para bulurlardı. Ustası olmadıkları işi anlasalar da yapmazlar, ustasız kârı haram sayarlardı. Adam sarrafıydılar, kapıdan gireni tanırlardı. Ece ajandasından veresiye defterleri, duvarda Saatli Maarif takvimleri vardı. Ustaların ustaları vardı. Babalarından çok ustalarını anlatırlardı. Ustalar ustaları ile anılırlardı.
             Tedarikli gezerlerdi. Ceplerinde, mendil, tarak, çakı, ayna ve hepsinin bitmeyen askerlik hikâyeleri vardı. Lâfa karışamaz, ağzımız açık dinlerdik. Ne de çok şey bilirlerdi, şaşardık. Fincan kulpundan tutmayı, mecliste söz sahibi olmayı, insan içine çıkmayı… Hülâsa adam olmayı onlardan duyardık. Kızınca Deli Dumrullaşan, sözü sohbeti dinlenen adamlardı.
             Devletten gelen her hükme “Şeriatın kestiği parmak acımaz.” diye ses çıkarmazlardı. Postacı dahi olsa her üniformalı büyük adamdı. Çünkü devletti onlar. Devlet kapısı olmayan iş, işten sayılmazdı. Reyleri kutsaldı. Saatlerce tartışırlar, bazen de kızıp küserlerdi.
             Radyoda “acans” saati gelince her şey dururdu onlar için ve “Selâhiyetin olacak ikisini sallandıracaksın bak yapabiliyorlar mı?” diye radikal çözümler üretirlerdi. Türkiye yetmez, dünya siyasetine de nizam verirlerdi. “Kenediy aslında iyi adamdı yazık oldu.” derlerdi.
             Çoğu okur-yazar bile değildi ya da askerde öğrenmişti ama şifahî olarak irfan sahibiydiler ve mütalaaları tarihe ve belli bir mantığa dayanırdı. Sık sık, “Kitapta yeri var!” diye atıf yaparlardı. Bilmedikleri işi mutlaka erbâbına sorarlardı. Hepsi varın kıymetini bilir, şükrederdi. Zira yokluğu görmüşlerdi. Bunu da bulamayanlar var derlerdi. Duaları “Allah muhannete muhtaç etmesin.” idi. Kanaat ve sabırdı saadetlerinin sırrı. Kanaat ve sabır…
             Tek ümitleri ve tek dertleri çocuklarının mürüvveti idi. Âdeta onun için yaşar ve onun için her çileye göğüs gererlerdi. “Allah devlete, millete zeval vermesin.” derlerdi. Hâsılı, büyük adamlardı; mangal gibi yürekleri vardı.

“Kuru ekmekle beyaz peyniri lezzetle yiyen
Çeşmeden her su içişte “Şükür Allah’a!” diyen
Bu vatandaş biraz ahşap biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten” 3
             “Yurttan sesler korosu” dinlenirdi. Biz çocuklar sıkılırdık o zaman. Şimdi TRT’den her koro sesi duyduğumda o sıcaklığı ve annemin şarkı mırıldanarak yemek yapışını ve yan gözle de yemeğe ekmek banmayayım diye beni kollayışını hatırlıyorum. Kapısının önü ayakkabılarla dolu olan evlerde televizyon var demekti. Zamanla çatıları sardı antenler, artık herkesin televizyonu vardı. Çizgili pijamalı adamlar “Şimdi nasıl?” diye bağırmaya başladılar çatılardan. Televizyon icat oldu, komşuluk bozuldu. Herkes televizyonlarıyla beraber mevziilerine çekilmeye başladı. Artık bir maniniz yoksa diyen çocuklar da ortalıkta yoktu.
               Ve şimdi biz… Durmadan yer değiştiriyoruz. Hep ev alıyoruz da komşu almıyoruz. Bu yüzden kök salamıyor, kuruyoruz. Oysaki mahalleler derin temeller üzerinde yükselirdi. Vakar, haysiyet, şeref, hayâ, izzetinefis, sabır, kanaat, alın teri, hürmet, edep, terbiye ve sevgi her hanenin harcında mutlaka vardı.
Günün her saatinde defalarca bunları duyarak ve yaşayarak büyürdük. Ya şimdi ki çocuklar. Edep ve terbiyeden bahseden kaç büyük kaldı.

Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen rûhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok eden gürûhiyle…4
               Eskiden okumuş denir saygı duyulurdu. Edep ve bilgi beraber vardı. Şimdi sadece bilgi var ve olmadık işlerin içinden okumuşlar çıkınca şaşırıyoruz. Çünkü bilgi var ama edep yok. Müktesep cahillerimiz durmadan artıyor. Okumuş da olsak hepimiz mutsuz, hepimiz bedbin ve hepimiz rûhsuz… Hepimiz bencil bir başarı hedefine odaklanıp deniz suyu içercesine susuzluklarımızı gidermeye çalışıyoruz. Acılarımızı ve sevinçlerimizi paylaşacak dostlarımız olmadığından geceleri başarılarımıza sarılıp uyuyoruz. Gündüzleri de psikolog kapılarında sıra bekliyoruz. Çünkü mahallelerimiz yok. Çünkü mahalle çeşmesini bilmiyoruz.